Peri ve Kuzgun 44. Bölüm



Bölüm 44 : Milat ☘

GAMZE

Şiddetli bir şekilde yağmur yağıyordu. Sanki gök yarılmış ve içeride taşıdığı bütün suyu üzerimize indiriyordu. Neredeyse akşam olmuştu ve çiftlikteki hamile kısraklardan birisi doğum yapmak üzereydi. Kısrağın eşi Fırtına ise normalde sakin bir at olmasına rağmen ortalığı birbirine katıyordu. Kimse onu durduramıyordu. 

Yağmurun altında hipodromda deli gibi koşturuyordu. Sanırım eşinin çektiği sıkıntının farkındaydı ancak bize zorluk çıkarmaktan başka bir şey yapmıyordu. Aslında bu koşturmaca bana iyi gelmişti çünkü dikkatimi dağıtacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Üç gündür o kadar dalgın ve sessizdim ki dışarıdaki bağrışmaları güçlükle duyabilmiştim. Kendimde değildim. 

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

Gök gürültüsü ve sağanak yağmurun altından çiftliği göremediğimde üzerime bir yağmurluk alıp dışarıya çıktım. Evin içi sıcak olduğundan üzerimde sadece ince bir kazak ve eşofman vardı. İliklerime kadar üşüdüğümü hissederek çiftliğe koştuğumda seyisimiz Hasan ağabeyin atları sakinleştirmeye çalıştığını gördüm. 

Kısrak doğum yapıyordu, yolda buraya gelmeye çalışan bir veteriner vardı ve kısrağın eşi dışarıda deli gibi koşturuyor etrafta dolananları korkutuyordu.

Hava tamamen karardığında veteriner hala gelememişti. Bu yağmurda kimse yola çıkmak istemezdi. Göz görüşü sıfırdı. En yakını bile güçlükle görüyordu insan. Kışın ilk şiddetli yağmuru bugün gelmişti. Ve zavallı kısrak -ismi Lila idi- içeride kıvranarak doğum yapmak üzereydi. Bu kısrak Efe'nin kısrağıydı. Onu arayıp haber vermek istedim ancak sonra buna vakit olmadığını düşündüm. Kardeşimi tanıyordum. Beni de görmek için Lila'yı bahane edip ta buraya kadar gelirdi. Onu bu yağmurda tehlikeye atmak istemiyordum. 

Anne atın sakinleşmesi için yanında yere çömeldim ve sırılsıklam olmuş saçlarımı geriye atarak atın yüzünü okşadım. 

"Güzel kızım...birazcık daha dayan.. " Şiş karnına baktım ve yüzümü buruşturdum. Nasıl acı çektiğini görebiliyordum. İçindeki küçük yavrunun hareketlerini de görebiliyordum. Küçük ayakları annesinin karnına baskı yaptığında dışarıdan belli oluyordu.

Bu mucizeden başka bir şey değildi. Küçücük bir yaşam, bir dişinin karnında şekilleniyordu. Sonra dünyaya geliyor ve bir birey oluyordu. O kadar güzel bir şeydi ki hayran kalmamak imkansızdı. Atı sakinleştirmeye çalışırken kendimi onun yerine koydum. Bir gün ben de anne olabilecek miydim? Bu ihtimal neredeyse yoktu. Eğer bir çocuğun annesi olacaksam babası kesinlikle Devrim olmalıydı.

Ondan başka kimseyle bu yola girmek istemiyordum. Fakat artık bu ihtimal de olmadığından, hayatımın geri kalanı boyunca tek başına kalacak ve kardeşlerimin çocuklarını sevecektim. Hiçbir zaman yerde uzanmış bu dişi kısrağın yerinde olamayacağımı bilmenin üzüntüsüyle iç çektim ve gözlerimi kırpıştırdım. 

Ağlamak istemiyordum. Hayır. Artık daha fazla ağlayabilecek durumda değildim. Ancak yine de gözyaşının gelip gözlerime dolduğunu hissedebiliyordum.

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

"Zavallı .. tam da doğuracak zamanı buldu. Gündüz sancıları başlasaydı veterineri erkenden çağırırdık."

"Kısraklar genelde akşam doğururlar. Yanlarında kimse olsun istemezler. Her türlü panik onları geriyor." 

Çiftlikte şu an üç kişi vardı. Birisi Hasan ağabey, diğeri de oğlu Furkan idi. Hasan ağabeyin eşi Kevser abla şiddetli yağmur yüzünden gelememişti. Ancak benim için bir kap yemek yapmış ve eşiyle göndermişti.

"Atın bugün yarın doğuracağı belliydi," dedi Furkan. "Dikkat etmeliydik."

Bugüne kadar birçok kez doğum yapan kısrak görmüştüm. Bunlardan birisi de benim kızımdı. O biraz ilerideki ahırda duruyordu. Simsiyah bir attı. O kadar güzeldi ki ona ilk gördüğüm anda vurulmuştum. Elime doğmuştu ve çocukluğundan beri benim yanımdaydı. Birbirimize o kadar düşkündük ki, birbirimizi gördüğümüz anda sevinç dansları yapıyorduk. Daha doğrusu o dans ediyordu. Ayaklarının üzerinde zıplayarak bana gelip, kafasını eğerek omuzlarıma, yüzüme sürdüğünde kendimden geçiyordum. Beni çok seviyordu aynı zamanda sahipleniciydi de. 

Çoğu zaman yanıma kimsenin yaklaşmasına izin vermiyordu. O kadar tatlıydı ki.

"Fırtına nerede? Dışarıda mı hala?" 

Furkan başını salladı. "Çok gergin. Yanına yaklaşamıyorum bile. İnşallah bir yerine zarar vermez."

Fırtına, Demir'in atıydı. Eşi burada doğum sancısı çekerken o da orada acı çekiyor olmalıydı. Hayvanların duyguları yok derlerdi. O zaman bu neydi? Şu an eşini görmek istediğini biliyordum ve eğer bu odaya girerse daha da delirecekti. Muhtemelen biz Lila'nın doğumuna yardım ederken bizim ona zarar verdiğimizi düşünecek ve bize saldıracaktı. 

Hem Lila'nın hem bizim hem de küçük bebeklerinin hayatını tehlikeye atacaktı. 

"Fırtına'yı durdurmamız gerek," diye fısıldadım. Dışarıdan seslerini duyabiliyorduk ve Lila onun sesini duydukça huzursuzlanıyordu. 

"Onu durduramayız Gamze kızım. Veterinerin gelmesini beklemeliyiz. Yirmi dakikaya burada olacağını söyledi. Birazdan dışarıya çıkacak ve onu karşılayacağım. İkiniz de ahırdan dışarıya çıkmayın."

Atlarla benden daha çok yakınlık kuran Hasan ağabey idi, dolayısıyla onun söylediğini yapmam gerekirdi ancak benim aklım Fırtına'daydı. Onun başına bir şey gelirse Demir çok üzülürdü. Belki de ben onu yakalayıp sakinleştirebilir ve ahırına götürüp bırakabilirsem kendine zarar verme tehlikesini ortadan kaldırmış olurdum. 

Yirmi dakika sonra veteriner geldiğinde doğum hazırlığına başlandı. Biz daha önceden Lila'nın altına saman yerleştirdiğimizden kısrağı yeniden kaldırmak gibi bir zahmetten kurtulduk. Tay doğduğu zaman debelenirken kendisine zarar vermesin  diye geniş bir yer ayırdık.

"Beklendiğinden erken bir doğum oluyor," diye konuştu veteriner Lila'ya iğne yaparken. "Tam olarak kaç aylık hamile?"

Hasan seyis, "On buçuk aydır." diye cevapladı. "Ama Lila iyi bir attır. Hamileliği iyi geçti. Söylediğiniz gibi bakımını iyi yaptık. Hiçbir iğnesi eksik vurulmadı. Size şehir dışında olduğunuz zaman gönderdiğiniz veteriner arkadaş da onunla gayet iyi ilgilendi. Biz de şaşırdık açıkçası. Doğum yapacağını bekliyorduk ama bu akşam olmasını beklemiyorduk."

"Neredeyse on beş gün erken," dedi doktor.

Tam bu sırada Fırtına'nın haykırışı duyuldu. 

Sıçrayarak ayağa kalktım. "Ben ona bakmaya gidiyorum. Kendine bir zarar verecek."

Furkan öne çıkarak beni durdurdu. "Gamze nereye gidiyorsun? Deli misin sen? Bu yağmurda çılgına dönmüş bir atı nasıl sakinleştireceksin? Göz gözü görmüyor zaten. Kendine zarar veren sen olursun. Bırak ben bakarım.."

"Ama o seni dinlemez," diye itiraz ettim. "Şimdiye kadar ikna edememişsin. Beni tanıyor."

"Gamze itiraz etme-" 

"Sen burada kal," diyerek sözünü kestim. 

"Furkan buraya gel, Lila'nın yüzünü tut." 

Furkan bana son bir kez baktı. "Ciddiyim Gamze. Dışarıya çıkma."

Ancak onu  dinlemedim ve yağmurluğu başıma geçirdim. Karanlığa adım attım. Ahırın önündeki ışıklandırmalar yeterli değildi ancak yine de yürüdüğüm yolu görebiliyordum. Kafamı kaldırdım ve Fırtına'yı görmeye çalıştım. Yüz metre ileride koşarak bir daire çiziyor ve haykırıyordu. Hemen iki ahır ötedeki kızımın yanına koştum. Eğer Fırtına'yı yakalayacaksam Eylül'e ihtiyacım vardı. 

Eylül ahırına girdiğimi görünce beni gördüğüne sevindiğini belli ederek memnuniyet verici bir ses çıkardı. Hemen gidip küçük semeri beline yerleştirdim ve dizginlerini boynuna geçirdim. İkinci bir dizgini Fırtına için aldım. Eylül'ün üzerine çıktım ve yağmurluğun cebindeki küçük feneri çalıştırdım. Eğilip Eylül'ün ensesinden öptükten sonra, "Hadi kızım," diye cesaretlendirdim onu. "Fırtına'yı dindirelim."

Ahırdan çıktık. 

Yavaş bir tempoyla hipodroma girdik. Fırtına'nın şaha kalktığını, haykırdığını ve deli gibi koşturduğunu görebiliyordum. Bu gerçekten çok zor olacaktı. Biraz da korkuyordum çünkü onu ilk kez böyle görüyordum. Kendine bir zarar vermemesi için onu durdurmam gerektiğini de biliyordum. At bu haldeyken onun yanına yaklaşmamam gerektiğini de biliyordum fakat bilmek yetmiyordu. Buna uymak gerekiyordu. Ancak hayvanın haykırışları canımı yakıyordu. Çaresizliği kalbime mızraklar saplıyordu. Sanki benim gibiydi.

Çaresizliği onu delirtmişti.

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

Eylül ona doğru yaklaşırken homurdanmaya başladı. Feneri sabit bir şekilde semerin üzerine koydum. Sonrasında dizgini ayarladım. Fırtına'naya biraz yaklaşacak sonra dizgini boynuna geçirecektim. Biraz zor olacaktı ancak bu ilk kez yaptığım bir şey değildi. 

Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Rüzgar da vardı ve başımdaki yağmurluk geriye doğru sıyrılınca zaten sırılsıklam olan saçlarım daha da ıslanmaya başladı. Eylül'ü dikkatlice, Fırtına'nın yanından yaklaştırmaya çalışırken gergin olmamasını umduğum bir sesle, "Fırtına!" seslendim. "Fırtına! Sakinleş oğlum... sakinleş. O iyi. O iyi olacak....Fırtına!"  Fırtına şaha kalkınca kendimi tutamayarak çığlık attım. Eylül geriye doğru yürümeye başlayınca dizginleri sıkı sıkı tutarak ona engel oldum. 

"Fırtına!"  Elimdeki dizgini ona biraz daha yaklaştıktan sonra yağmurun atışımı etkilememesi için dua ederek ona doğru fırlattım. Ancak Fırtına geriye çekilince dizgin yere düştü. İç çekerek dizgini geri çektim ve yeniden ayarladım. Bu kadar hızlı yağan bir yağmurun altında bunu yapmak o kadar zordu ki, bu işi başarabileceğimi umdum, yoksa büyük bir delilik yapmış olacaktım. 

Kollarımı sallayarak dizginin hızını ayarlarken bir araba sesi duydum. Kafamı arkaya çevirip baktığımda yüz metre ileride duran arabayı fark ettim ancak far ışıklarından başka hiçbir şeyi net olarak göremiyordum. 

Kimin gelmiş olabileceğini düşünerek kaşlarımı çatarken Fırtına'dan sert bir haykırış duydum. Dikkatimi onun üzerine vererek  dizgini daha sıkı sallamaya başladım ve Eylül'ü risk alarak ona daha çok yaklaştırdım. Dizgini boynuna fırlattım ve onu yakalamayı başardım. Fırtına daha da gerilince onu sakince çekiştirdim. 

Bir yandan da ona seslenmeye, daha doğrusu bağırmaya devam ediyordum. "Fırtına! Sakin ol oğlum.." 

Eylül'ü ahırların olduğu tarafa yönlendirdim ve Fırtına'nın dizginlerini sıkı sıkı tutarak onu da bizimle gelmeye zorladım. Biraz ilerlemiştik ki Fırtına geriye doğru başını çekince atın üzerinde kaydım ve Eylül'ün yelelerine sıkı sıkıya tutunmak zorunda kaldım. Bu yağmurda atın üzerinden düşmeyi hiç istemiyordum. Eğer düşersem Fırtına farkında olmadan beni çiğneyebilirdi.

Dizgini yeniden çekmek için doğrulmuştum ki Fırtına şaha kalktı ve dizgin onu sıkı sıkı tuttuğum için beni de kaldırdı ve sonra havayı bir bıçak gibi kesen tanıdık bir ses duyuldu. 

"Gamze!!!"

Bir gök gürlemesini andıran bu ses bütün beni bütün iliklerime kadar titretti. O kadar ki şaşkınlıktan dengemi kaybederek Eylül'ün üzerinden düştüm, ancak neyse ki düşerken dengemi sağlayarak ayaklarımın üzerine güçlükle indim. Hemen Fırtına'nın önünden çekilerek Eylül'ün yanına sığındım. 

Ve kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken duyduğum sesin bir hayal olup olmadığını anlamak için başımı çevirdim.

Yağmurun altında koşarak bana doğru gelen uzun sliüeti görünce dizlerimin bağının çözüldüğünü hissederek Eylül'e tutundum. 

Hayır, diye fısıldadı zihnim. Bu o değildi. Onun burada olması imkansızdı. Hayal görüyordum. İki aydır gördüğüm gibi yine onu hayal ediyordum. Başımı iki yana sallayarak görüntüyü silmeye çalıştım ama sonra o görüntü gelip tam önümde durunca yutkundum.

Ağzını açıp bana bağırmaya başladığında da hala onun orada olduğuna inanmayı reddediyordum.

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun?! Delirdin mi?! Ya o at seni ezip geçseydi? Senden başka kimse yok mu onunla ilgilenecek?" 

Allah'ım, sesi de çok gerçekmiş gibi geliyordu. Üzerinde siyah bir kazak vardı. Farklı görünüyordu. Bunu anlamak zordu ama farklı görünüyordu. 

"Gamze!" iki elini de kollarıma koyup beni sarstığında irkildim. "İyi misin? Yaralandın mı? Bir yerine bir şey oldu mu?!"

Konuşamıyordum. Hayretle beni tutan ellerine baktım ve bakışlarımı yüzüne çevirdim. Fırtına'nın uzaklaşan sesini güç bela duyabiliyordum. Bütün algılarım karşımda duran bu adamdaydı. Onun için ölüyordum. Onun için bitiyordum. Ve o buradaydı. Nasıl burada olurdu? Zihnim bana nasıl bir oyun oynuyordu? Bu kadar gerçek görünüyor olması çok acı vericiydi.

"Gamze!" İki eli yukarı sıyrıldı ve yüzümü avuçlarının arasına aldı.

Eridim. Eridim. Sanki kalbim durmuş gibiydi. Nefes alamıyordum. İyi değildim. Burada, yanımda olduğuna inanamıyordum. O olduğuna inanamıyordum. Gördüklerimin bir hayal olduğunu düşünüyordum. Kalbim o kadar çok sıkışıyordu ki konuşamıyordum bile.

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

"İyi misin? Gamze, iyi misin? Yalvarırım bir şey söyle!"

Tepki veremiyordum. Verebilecek olsam bile..

Birden eğilip beni kucağına aldığında küçük bir çığlık attım ve kollarımı boynuna doladım. Beni ahırların oraya taşıdı. Ne olduğunu anlayamadan beni ayaklarımın üzerine indirdi ve ona bir de ışıkların altında baktım. Aman Allah'ım, oydu! Buradaydı! Karşımdaydı! Oydu...

Bütün savunmam çöktü. Bütün benliğim önüne serildi. Yaşadığım ne varsa tozla buz oldu. Kalbimin ortasında kocaman bir göçük oluştu. Ayaklarımın üzerinde zıplayarak ona adeta çarptım. Öyle bir çarptım ki dengesini sağlayamadı. Geriye doğru sendeledi ve sırtı ahırın duvarına yaslandı. Haykırarak kollarımı boynuna doladım. O da benim gibi sırılsıklamdı. Tir tir titriyordu. Kolları havalandı ve beni sıkıca kucakladı.

Kalbim durdu. 

Sonra ayaklarımı yerden kesti ve beni havaya kaldırdı. Bütün varlığıyla bedenimi kucakladı. Göğsü  derin sarsıntılarla yükselip alçalıyordu. Kulağım kendi hıçkırıklarımdan başka hiçbir şeyi duymuyordu. 

Ah! Nasıl da merhemdi, nasıl da ilaçtı. Sanki yaralarım hiç açılmamış gibi sarıp sarmalanmıştı. Sanki acı dolu günlerim hiç olmamış gibi bütün boşluklarımı doldurmuştu. Ancak ne kadar sarılırsam sarılayım, özlemim dinmiyordu. Dinemezdi. Ona olan özlemim tıpkı bir ihtiyaç gibiydi. Asla geçmeyecekti.

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

Kollarımı boynuna daha sıkı dolarken onu boğmadığımı umdum. Ona tutundum. Varlığı bütün zerreme ilmek ilmek örülüyordu. Buradaydı. Beni bulmuştu. Bu tek bir anlama gelebilirdi. Artık benimdi. 

Artık benimdi! 

Bunu idrak etmek bende şok etkisi yarattı. Kollarımı boynundan çekmeden başımı kaldırdım ve onunla göz göze geldim. Yüzlerimiz birbirine değiyordu. Burnum burnuna çarptı ve sırılsıklam olmuş kirpiklerini süzdüm. Gözleri...ah gözleri...

Öyle bir bakıyordu ki, düştüm.. düştüm.. en diplerine düştüm. Sanki nefes almaya ihtiyaç duyuyormuş gibi elinden birini kaldırıp saçlarıma götürdü ve yüzünü saçlarımın arasına gömdü. Hala bir eliyle beni tutmaya devam ediyordu. Ayaklarım yere bile değmiyordu. Tamamen ona tutunmuştum. Tir tir titriyordum.

"Buradasın," diye fısıldadım gözlerinin içine bakarken. Üzerimizdeki tentenin yağmur yüzünden çıkardığı gürültülü sesin arasında sesimi ona güçlükle duyurabildim. İnanamayarak bütün yüzünü süzdüm. O kadar yorgun, o kadar kötü görünüyordu ki içim sızladı. Elimden birini boynundan çekip yanağına yasladım. "Buradasın..."

Bana öyle bir sarıldı ki elim aramızda kaldı. Yüzünü boynuma gömdü ve başımı kendi boynuna bastırarak beni orada sıkıca tuttu. Bütün vücudum titriyordu. Onun da benden farklı bir yanı yoktu. Çok berbat bir haldeydik. Sırılsıklamdık. Üşüyordum. Titriyordum hatta. Ama ona o kadar çok ihtiyacım vardı ki kendimi tutamıyordum. Ağzımdan bir hıçkırık kaçtı yine ve ben onun boynuna daha çok sokuldum. Dudaklarımı tenine bastırdım. Kokusunu içime çektim.Aramızda sıkışıp kalan elimi çektim. Koca bedenini küçük ellerimle sarabildiğim kadar sardım. 

"Buradasın," diye fısıldadım kendi kendime. "Buradasın." Hala inanamıyor muydum? Kendimi ikna etmeye mi çalışıyordum?

Eğer bu bir hayal ise gördüğüm en güzel hayal olabilirdi. Buradaydı. Burada. Bütün muhtaçlığı, bütün çaresizliği, bütün korkusuyla. Buradaydı. Ve bana öyle bir sarılmıştı ki nefes almakta bile güçlük çekiyordum.

Hıçkırarak başımı yeniden geriye çektim ve güzel gözlerinin içine baktım.

"Devrim...sen misin?" Sıcak gözyaşlarımın üşümüş yanaklarımı ısıttığını hissedebiliyordum. "Sen misin? Burada mısın gerçekten?"

Hiçbir şey söylemedi. Ancak bakışları öyle yoğun, öyle derin ve öyle acı doluydu ki. Başını salladı.

Alnını alnıma yasladı. Kalbim küçük bir kriz yaşadı. Konuşurken sıcak nefesi dudaklarıma çarpıyordu. "Yoruldum.." diye fısıldadı çatlayan bir sesle. "Yoruldum Peri. Yaşamanın artık ne olduğunu bile bilmiyorum. Sadece..sadece sen..."

Sesindeki acı nefesimi kesti ve iki elimle yüzünü avuçlarımın arasına alarak gözlerime bakmaya zorladım onu. Kolları sıkı sıkıya belime sarılmıştı, beni bir santim bile kendisinden ayırmıyordu. Muhtaçlığı bütün savunmamı yıkıyordu. Sırılsıklam küçücük bir çocuk gibiydi karşımda. Bakışlarıyla sevgi dileniyordu. Koskoca bedeniyle benim küçücük bedenime sığınmıştı. Soluklanmak, dinlenmek, huzura kavuşmak istiyordu.

Nasıl da 'Yoruldum' demişti. 

Ben onun bütün yorgunluğu almaz mıydım? Hem de öyle bir alırdım ki...

"Yaşamak bu," diye fısıldadım gözlerinin içine bakarak. "Böyle. Benim yanımda, kollarımın arasında olman... yaşamak. Artık hiç bırakmayacağım seni Devrim. Ölsem bırakmam."

"Hayır,"dedi hiddetle. 

Kalbim panikledi. Hayır mı demişti?

"Hayır!" diyerek başını iki yana salladı ve alnını yeniden alnıma yasladı. "Ölmek yok Peri. Sakın öleyim deme! Ölürsen, ben de ölürüm! Ölürüm! Anladın mı?" Beni birden yere bıraktı ve ellerini yüzüme koyarak beni sarstı. "Anladın mı? Sakın öleyim deme. Eğer ölürsen seni affetmem. Eğer ölürsen seni hiç affetmem. Eğer seni kaybedersem artık hiç düzelemem!"

O kadar telaşlı, o kadar korku doluydu ki 'ölüm' kelimesini dile getirdiğim için anında pişman oldum. Ona Allah'ın bizim için ne planladığını bilmediğimizi söylemek istiyordum ama bunun onu korkutacağından emin olduğum için sustum. Yalnızca, yalnızca ona bakmanın tadını çıkardım.

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

 Benim ellerim onun yanaklarında, onun elleri de benim yanaklarımdayken ağzımı açıp ona bir şey söylemek istedim ancak birden, Furkan'ın, "Gamze!"  diye seslendiğini duyunca ağzımı hızla kapattım. Devrim'i bıraktım. Kaşlarını çatarak o da ellerini çektiğinde uzanıp elini yakaladım ve parmaklarımı parmaklarının arasından geçirerek onu peşimden çekiştirdim.

"Gel...sonra gideceğiz buradan."

Hiçbir şey söylemedi. Istırap verici bir bakışla beni süzmekle meşguldü. Ahırın kapısından içeriye girene kadar gözlerimizi birbirinden ayırmadık. 

Lila'nın doğum yaptığı ahırdan içeriye girdiğimizde Furkan'ın terlemiş bir şekilde Lila'nın başını tutmaya çalıştığını gördüm. Hasan ağabey kısrağın karnına hafif hafif masaj yaparken doktor da doğumu gerçekleştiriyordu.

Devrim arkamda kaskatı kesildi. 

Ona, "Bu bir mucize," diye fısıldadım. Sırılsıklam olmuş saçlarından tutup onu kendime çekmemek için kendimi zor tutuyordum.

"Gamze kızım neredesin sen?" Hasan ağabey arkasını dönüp de Devrim'i görünce sustu. Kaşlarını çattı. Sonra birleşen ellerimize baktı. "Ne oluyor Gamze?"

Biliyordum, hiç de sırası değildi. Ama Devrim'i tanıştırmam gerekiyordu. Elimle onu göstererek, "Bu O," dedim. 

Hasan ağabey, O derken ne kastettiğimi çok iyi biliyordu. Küçüklüğümden beri beni bir gün çıkıp gelecek olan beyaz atlı prens için uyarıp durmuştu. Hayatıma girecek olan adamın beni çok mutlu edeceğini, beni gerçekten seveceğini bildiğini ama kişinin de kolay bulunmayacağını söylerdi. Eğer O kişiyi bulursam, onu asla bırakmamamı tembihlerdi. Kalbinden yakalamamı ve hiç bırakmamamı. 

İşte O kişi, Devrim'di.

Hasan ağabey yutkundu ve yumuşayan gözleriyle ikimizi süzdü. Sonra başını salladı. "Siz gidin o zaman. Üzerinizi değişin. Hasta olma bir de. Tay doğduğunda haber veririz."

"Gerçekten mi?" diye sordum umutla. Çünkü şu an tek istediğim Devrim'i de alıp eve geçmekti. Ona asla istediğim gibi sarılamamış, bakamamış, öpüp koklayamamıştım. Varlığını özümsemeye ihtiyacım vardı. 

Hasan ağabey, "Gerçekten," dedi. "Hasta olmayın da gidin şimdi."

Benim için bu izin yeterliydi. Devrim'in yüzüne baktığımda kalbim duracak gibi oldu. Gözlerini üzerime dikmiş yoğun, anlamlı bir bakışla beni inceliyordu. Sanki özlemiş de özlemini  doya doya gidermek istermiş gibiydi. Yanaklarım ısınırken, "Gidelim.." diye fısıldadım.

Dışarıya çıktığımızda evle ahırın arasındaki mesafeye baktım. "Koşacağız.." diye mırıldandım ona bakarken. 

Üzerimde yağmurluk olsa da saçlarım sırılsıklam olmuştu ve bu bile üşümem için yeterliydi. Devrim'in elini bir an bile bırakmadım. Birlikte eve kadar koştuk ve ben kapıyı açarak içeriye girdiğimde Devrim'i de çektim. Adeta kolunu koparacaktım. O kadar heyecanlı ve gergindim ki hareketlerimi kontrol edemiyordum. 

Kapıyı kapattıktan sonra ona döndüm. Derin derin nefesler alıyordu. Özlem duyduğum her şey gibi görünüyordu. Ama bütün bunların yanında hiç eski Devrim gibi görünmüyordu. Zayıflamıştı, o kadar zayıflamıştı ki içim acıdı.Gözlerinin altı mor mordu. Bakışları yorgun ve acı doluydu. 

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

Dayanamayarak ona koştum ve kollarımı boynuna doladım. Beni sıkı sıkı sararak vücuduna bastırdı ve yüzünü saçlarıma gömdü. Aptal gözyaşları yeniden çıkıp geldi ve yanaklarımdan süzülmeye başladılar.

"Özledim," diye hıçkırdım. Sesim öyle boğuktu ki. "O kadar çok özledim ki! O kadar çok özledim ki!" Sanki yeterince sarılamıyor gibiydim. Kollarımı sıktıkça sıkıyor, yüzümü boynuna gömüp derin derin kokusunu içime çekiyordum. 

Onun da boğuk bir sesle mırıldandığını duydum. Saçlarımın arasına, "Ah Peri.." diye fısıldadı. Buraya kadardı. Kalbim bir balon gibi şişmiş göğsüme sığmıyordu. Hiçbir şey söylemesine gerek yoktu. Hareketleri her şeyi belli ediyordu. Bana öyle bir sarılmıştı ki sanki bütün zamanı bu ana hapsetmiş gibiydi. Beni üzüntünün içinden tek bir hareketiyle çekip çıkarmıştı. 

Rabbim derdini dermanıyla birlikte göndermişti. Ancak ona bakarken dermandan başka bir şey göremiyordum. O benim için dert değildi, o benim için lütuftu. Hediyeydi. Armağandı. İkramiyeydi. 

Benim için her şeydi. 

Onu o kadar çok özlemiştim ki.

Güç bela ayrıldığımızda güzel yüzünü süzdüm. Onun da bir eli gözyaşlarımı silmek istercesine yanaklarımda dolaştı. Sonra eli titredi ve elini indirdi. Elini tutup öpmek istedim. Ona uzun uzun baktım. O kadar özlemiştim ki. Ancak gördüklerim canımı yakıyordu. Özellikle dudağının köşesindeki küçük yara izinin nasıl olduğunu merak ediyordum. "Ne olmuş sana böyle?" diye fısıldadım acıyla. Ellerimi kaldırdım ve yanaklarına koydum. Avuçlarıma batan sakallarını okşadım. "Ne olmuş? Niye iyi bakmadın kendine? Ha? Niye iyi bakmadın?"

Gözlerini yumdu ve yüzü acıyla gerilirken güçlükle, "Bakamadım.."diye fısıldadı. 

"Ama olmaz ki böyle," diye konuştum küçük bir çocukla konuşur gibi sıcak ve yumuşaktı sesim. Biraz da azar işitiyordu benden. Buna ihtiyacı vardı, biliyordum. "Hiç iyi bakmamışsın kendine. Şimdi ben sana nasıl kızmam?"

Canımdan çok sevdiğim gözlerini açıverdi. Kirpikleri aralanırken gözlerimiz buluştu ve her defasında olduğu gibi yine benim içim sıcacık oldu. Sert bir sesle, "Sen de iyi bakmamışsın kendine," dedi. "Sen de-" 

Sözünü keserek parmaklarımı dudaklarına koydum. Üşüdüğünü görebiliyordum. 

"Bunları konuşacağız," diye fısıldadım. "Önce üzerini değiştir olur mu? Hasta olma. Sana kardeşlerimin kıyafetlerinden vereyim." 

Birlikte yukarıya çıktık. O arkamdan gelirken adımlarımın dolaşmaması için dualar ediyordum. Dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissediyordum. Ellerimin titremesini durduramıyordum. Kardeşlerimin buraya gelip kaldığı zaman giydikleri kıyafet dolabına  doğru ilerledim ve onun için uygun olanları seçip yatağın üzerine bıraktım. Sonra iki tane havlu çıkardım. Büyük olanı yine yatağın üzerine bıraktım ve küçük olanı elime alıp odanın girişinde bekleyen adama yürüdüm.

O kadar çekingen görünüyordu ki. Korkuyordu da sanki. Neyden korkuyordu? Küçük bir çocuğun hareketleri vardı üzerinde. Çekingen, utangaç, tereddüt dolu bakışlar. Onu sarıp sarmalamak istedim. Ona benden korkmamasını söylemek istedim ama bu zamanla olacak bir şeydi. Onu zorlamayacaktım. 

Bana bakarken sanki burada olduğuma inanamıyormuş gibi kaşlarını çattı. Elimde küçük havluyla ona doğru ilerlerken gülümsedim. "Başını eğ." 

"Ben yapabilirim," diye mırıldandı.

"Evet ama ben yapmak istiyorum Kuzgun. Buna alışman gerekecek."

Derin bir iç çekti ancak dudaklarının yukarıya doğru kıvrıldığını gördüm. Aman Allah'ım! Bu bir gülme miydi? Hayır kesinlikle gülme değildi, ama güler gibi olmuştu? Görmüştüm! Hayretle ona bakarken gözlerini bana çevirdi.

"Sen az önce gülümsedin mi?" diye sordum coşkulu bir sesle. 

Kaşlarını çattı. 

"Gülümsedin mi?!" diye yineledim tekrar. "Bir daha istiyorum. Bir daha. Lütfen. O gamzeni görmek için her şeyi yapabilirim." 

Bir çocuk gibi direttiğime inanamıyordum ama diretiyordum işte. Çünkü güldüğünde yüzünün alacağı şekli çok merak ediyordum. Onu gülerken hayal edemiyordum ama ona çok yakışacağını biliyordum.

"Peri," dedi uyarır gibi. 

Bana her, 'Peri' dediğinde neden mutluluktan ölecekmişim gibi hissediyordum?

"Lütfen," dedim ona en sevimli gülümsememle bakarak. "Güldüğünü görmek istiyorum."

Homurdandı ve başıyla elimdeki havluyu işaret etti. Bana ne yapacaksam yapmamı söylüyordu. Küskünce dudaklarımı büzdüm ve başını eğmesini söyledim. 

Başını biraz eğdiğinde kollarımı uzattım ve havlu ile saçlarını kurulamaya başladım. Duygularım öyle kabardı ki güçlükle nefes aldım. Bunu ona yapmama izin veriyor olması bile o kadar büyük bir olaydı ki, acaba o da bunun farkında mıydı? Çocuksu neşemi görebiliyor muydu?

Ellerim havlunun arasında onu saçlarını kavrayarak onu kurularken titriyordu ancak mutluydu. Onun saçları bundan sonra yalnızca benim ellerime aitti. Bu düşünce bile heyecandan düşüp bayılmama yeterdi. Garip ama huzurlu bir sessizlik içinde saçlarını kurutmama izin verdi. Daha sonra geri çekildi. 

"Ben çıkayım, sen üzerini değiştir," diye fısıldadım. Nedense utanıyordum. Heyecanlanıyordum. Kendimde değildim. "Yatağın üzerindeki havlu ile iyice kurulan. Eğer duş almak istersen banyo şurada." Ona elimle odanın içindeki banyoyu gösterdim. "Belki de duş alsan iyi olabilir. Hasta olmamak için."

Başını hafifçe salladı ve geri çekildi. 

Bir dakika boyunca birbirimize baktık. Daha sonra ben bu heyecana dayanamayarak odadan çıktım ve kapıyı yavaşça kapattım. 

Zavallı kalbim bu tatlı işkenceye nasıl dayanacaktı? Hala onun burada olduğuna inanamayan beynim bile devreleri yakma modundaydı. İç çektim ve yüzümdeki aptal gülümsemeyi silemeden kendi odama geçtim.

Ah! Onu o kadar çok özlemiştim ki.

Genç adam, Peri'nin verdiği kıyafetleri giyip  aşağıya indi ve ona bakındı. Onu bir an bile gözünün önünden ayırmak istememesi normal miydi? Daha önce bu denli şiddetli bir duyguyu hiç tatmamış, yaşamamıştı.Ancak şimdi onu arıyor ve gözünün önünde olmasını istiyordu.

Buraya gelirken kendini her türlü tepkiye hazırlamıştı. Onu üzmüştü, onu bırakmıştı. Gamze'nin onu görmek istemeyeceğini düşünmüştü. Korkmuştu. Korkmuştu çünkü onu onarılmaz bir şekilde kırdığını düşünmek bile aklını kaybetmesine neden oluyordu. 

Fakat Gamze onu gördüğü anda yüzündeki ifadeden, Devrim onun kendisine kızgın olmadığını anlamıştı. O böyle yüce gönüllü bir insandı işte. Devrim'in bütün gelgitlerine rağmen onu kabul etmişti. Bir anne gibi kucaklayıp sarıyor, onunla ilgileniyordu. Devrim'in üzerine titriyordu. Devrim bu tür yakınlıklara alışkın değildi o yüzden ona her sarıldığında geriliyordu.

Fakat buna alışması gerektiğini de biliyordu. Kalbindeki duygular onu sıkı sıkı sarıp sarmalamak istiyordu. Fakat bedeni buna hazır değildi. Ancak onu o kadar çok özlemişti ki, varlığını bütün iliklerinde hissetmeye ihtiyacı vardı.

Onu gördüğü anda neredeyse aklını kaybedecekti. Çılgına dönmüş bir atı yakalamaya çalışıyordu. Kendine bir zarar vereceğini fark edince eli ayağı boşalmış, yüreği korkuyla kaskatı kesilmişti. Onu oradan çekip aldığına şükrediyordu. Zamanında geldiği için de o kadar rahatlamıştı ki, adeta beyni uyuşmuştu.

Sonra..sonra ona sarılmıştı. 

Devrim işte o zaman bedenindeki bütün ağrının dindiğini hissetmişti. Fiziksel olarak bu mümkün müydü? Demek ki öyleydi çünkü Gamze saf bir ilaç gibiydi. Ona o kadar iyi gelmişti ki sarılmak, gergin hissetmesine rağmen onu bırakmakta güçlük çekiyordu. 

İçinde cız eden duygularının üzerine yumuşakça dokunuyordu Peri. O kadar hassas o kadar ilgiliydi ki, Devrim boğazında acı bir yumrunun oluştuğunu hissediyordu.

O da kendine iyi bakmamıştı. Çok zayıflamıştı. İncecik olmuştu ve o da uykusuz görünüyordu. Devrim onu üzdüğü için kendisinden nefret ediyordu. Onu bu halde bulacağını düşünmemişti. Onun bu kadar kötü olacağını düşünmemişti. Ama Gamze bu haldeydi.

Birden arkasından birisi sarılınca kaskatı kesildi ve sonra onun Gamze olduğunu anlayınca kendini rahat hissetmeye zorladı. Birileri tarafından böyle sarılıp kucaklanmak hiç alışkın olmadığı bir şeydi. 

Ablası ile sarıldığı zamanlar bile hep gergin olurdu.

Gamze ellerini onun karnında birleştirdi ve yüzünü sırtına gömdü. 

"Burada olduğuna hala inanamıyorum," diye fısıldarken genç adam onun sesindeki üzüntüyü fark edebiliyordu. 

Sonra genç kadın onu bırakmadan döndü ve önüne geldi. Kollarını Devrim'in beline doladı ve başını göğsüne yasladı. "Özlemim büyük Devrim Kuzgun. Nasıl dindireceksin?"

Genç adamın dudakları hafifçe kıvrıldı. Burnunu onun nemli saçlarının arasına gömdü ve gözlerini kapattı. Bu küçücük bedenin onu hem korkutması hem de ona iyi gelmesi ne kadar tuhaftı. 

"Kendine iyi bakmadığın için sana kızgınım ama sanırım ben de kendime iyi bakamadım o yüzden üzerine fazla gelmeyeceğim." Gamze başını kaldırdı ve çenesinin altından ona baktı. Gözleri mutlulukla parlıyordu. 

Devrim iki ay önce sahil kenarında otururken çıkıp gelen yaşlı adamın sözlerini hatırladı.

'O seninle mutlu olacağını düşünüyorsa, senin ne düşündüğünün ne önemi var?' demişti. 

Devrim bunu Gamze'nin gözlerinde görebiliyordu. Genç adamın korkuları hala orada duruyordu ancak bu sefer yeni bir şey denemeye karar vermişti. Risk almayı seçmişti. Çünkü başka türlü nasıl yaşayacağını bilemiyordu.Hem ona hem kendisine acı çektirmektense yalnızca kendisi acı çekmeliydi.

Çünkü Gamze'yle olmak hem büyük bir acı hem de büyük bir mutluluktu. 

Devrim bununla yaşamayı öğrenecekti.

"Seni bir türlü oturtamadım değil mi?" diye mırıldandı Gamze ve geri çekildi. Gözlerinin içine bakarken Devrim onun yanaklarının kızardığını gördü. Bu yeni bir şeydi. Daha önce de buna şahit olmuştu ancak bunun Devrim'e hissettirdiği kırılganlık çok farklıydı ve yeniydi. "Hasta olmanı istemiyorum yine. Gel şöminenin yanında oturalım."

Devrim'in elini tuttu ve onu şöminenin önündeki üçlü koltuğa çekti. Devrim elini tutup götüren bu küçük kadına baktı ve iç çekti. Ona karşı koyamıyordu. Karşı koymayı istemiyordu da ama garip hissediyordu. Alışık olmadığı bir durumun içerisindeydi. 

Gamze sürekli ona sarılıp elini tutarsa, bu durumla nasıl baş edeceğini düşünüyordu. Ama bir yandan da ona sarılmak çok iyi hissettiriyordu. 

Gamze koltuğa oturdu ve Devrim'i de yanına çekti. Parıl parıl parlayan gözlerini üzerine dikmişti. Genç adamı uzun uzun süzdü. Devrim de ona baktı.Güzel gözlerine, güzel yüzüne... 

İki ay boyunca yaşadığı bütün sıkıntıları hatırladığında kalbi acıyla sarsıldı. Onun ne halde olduğunu bilememek, onun acı çektiğini düşündükçe kahrolmak, kabuslar, uykusuzluklar, geçmek bilmeyen karanlık anılarla dolu iki ay. Ve artık pes etmişti. 

Peri'si karşısındaydı ve Devrim ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki, nereden başlayacağını bilemiyordu. Kelimeler kalbinde ve zihninde dönüp duruyordu. Bütün benliğinde dönüp duruyordu. 

Ancak ona söyleyemiyordu.

Gamze, "Bana öyle bir bakıyorsun ki," dedi.  Gülümseyince, Devrim kaşlarını kaldırarak ona baktı.

"Öyle mi?" diye sordu genç adam. "Nasıl bakıyorum?" Aslında nasıl baktığını biliyordu. Bütün duyguları patlak vermek üzereydi ama bu nasıl olacaktı, hiçbir fikri yoktu. Bazen kelimelere ihtiyaç duysa da o çoğu zaman bakışlarıyla bir şeyleri anlatan birisi olmuştu. Bu yüzden ona uzun uzun bakmak istiyordu. 

"Daha önce hiç görmediğim bir bakış bu. Tarifi imkansız, ama çok güzel bir bakış."

Devrim içinde sıcacık bir duygu hissetti. Sonra ne olduğunu anlayamadan, "Buraya gel," diye fısıldadı. "Bu iki ay içinde beni tükettin Peri. Buraya gel." 

Gamze bu teklifi bekliyormuş gibi yerinden kalktı, hıçkırarak onun kollarına atıldı ve kolunun altına girerek kollarını genç adamın boynuna doladı. Yüzünü yeniden onun boynuna gömdü. Koltukta oturan adamın neredeyse kucağına çıkmıştı. Küçük bedeni yine krizlerle sarsılıyordu. "Benim için de çok zordu..Çok zordu Devrim. Gelmeyeceğini düşündüm..." Sesi acıyla kesildi.

"Geldim," diye fısıldadı adam boğuk bir sesle. Gamze'nin saçlarına burnunu gömmüş, o mis gibi kokusunu içine çekiyordu. Tam  da burada zaman dursaydı, dünyanın belki de yıllar sonra ilk kez en mutlu adamı Devrim olurdu. "Geldim."

Gamze, "Bir daha gitmene izin vermeyeceğim." dedi. Sesi ağlamaklıydı, titriyordu, kararlıydı. "Asla gitmene izin vermeyeceğim." Sarılmalarını yarıda keserek başını geriye çekti ve genç adamın gözlerine baktı. "Duydun mu beni?" 

Öyle güzel, öyle tatlıydı ki. Devrim onu sarıp saklamak, her türlü kötülükten korumak istiyordu. 

Alçak sesle,"Duydum," diye mırıldandı. 

Gamze gülümsedi ve sonra ne kadar yakın olduklarını yeni fark etmiş olacak ki birden gülmeyi kesti ve yanakları kıpkırmızı kesildi. Devrim onun tepkilerini yakından izliyordu. Ve onu öpmek istiyordu. Bir an onu öpmenin ölümü olacağını düşündü. Ölümü. Tatlı bir ölüm. Ölüm tatlı olur muydu?

Bugüne değin bir kadını öpmemiş bir adamdı ve eğer şimdi onu öperse bunun gerçekten de geri dönüşü olmayacaktı. Belki çok klişe gelebilirdi, belki çoğu insan onu geri kafalılıkla suçlayabilirdi ama eğer şimdi onu öperse onunla evleneceğini de bilmeliydi. Devrim buna zaten karar vermişti. Yüzükler hala boynunda asılıydı.

Bütünüyle onun küçük ellerine, güzel gözlerine, kocaman kalbine teslim olmaya gelmişti. Gamze bu teslimiyetin Devrim için ne kadar zor olduğunun muhtemelen farkında değildi. Bu teslimiyet Devrim için adeta milattı. Yıllar önce eski hayatını kapatmış ve yeni bir hayata adım atmıştı. Yeni bir milat yaratmıştı. 

Şimdi, yıllar sonra çok daha riskli bir adım atıyordu. Yeni bir milat başlatıyordu. Gamze bu durumun ne kadar ciddi olduğunun farkında değildi belki, ama Devrim biliyordu. Bütün temellerinden sarsılıyordu. Bütün dirençleri onun için yıkılıyordu. Hiç yapmadığı bir şeyi yapıyordu, hayatına bir kadın alıyor ve kendini de ona teslim ediyordu. Bugün, onun yeniden doğduğu bir gündü. Aşık tarafının doğduğu gün.

Devrim bütün bunlara o kadar hazırlıksızdı ki. O kadar çok korkuyordu ki. 

"Ne düşünüyorsun?" Gamze adeta fısıldamıştı. Sesi güçlükle çıkmıştı. Güzel gözleri Devrim'in ne düşündüğünü anlamaya çalışıyormuş gibi merakla onu inceliyordu. 

Devrim elini onun saçlarının arasına soktu ve başını kendisine yaklaştırdı. Alınlarını birleştirdiğinde Gamze'nin titrek bir nefes aldığını fark etti. Onun sıcacık teni kendi tenine değdiğinde genç adam da iç çekti. Ruhundaki sızıları dindiren bir kadındı bu. Öyle hepsi kaybolmuyordu, hala oradalardı ancak onlarla eskisinden daha iyi baş edebilecekmiş gibi hissediyordu. Bunu ona Gamze  hissettiriyordu.

"Zor olacak biliyorsun değil mi?" diye fısıldadı acı bir sesle. "Kolay olmayacak Peri. Çok zor olacak..."

Gamze inatla, kararlı bir sesle, "Biliyorum" dedi. "Ben her şeyi göze alıyorum. Yeter ki beni bırakma." 

TIKLA! Ponstan Forte (500 mg) Nedir? Ne İşe Yarar? Adet Sancısına İyi Gelir mi?

Daha yeni Daha eski

İletişim Formu