Peri ve Kuzgun 42. Bölüm


Bölüm 42 : Derin, Derin Bir Acı

Çoğu zaman gökyüzünün altında oturup havada uçan kuşları izlemeyi severdim. Bu özgürlüğü izlemek gibiydi. Her zaman büyük bir hevesle başımı geriye atıp bir kuş sürüsünün havada çizdiği zikzaklara büyülenerek bakardım. Bu çoğu zaman beni mutlu ederdi. Eğer kafam yerinde değilse kafamı toparlamak için birebirdi, eğer canım sıkkınsa sakinleşir ve canımı sıkan konunun ne kadar önemsiz olduğunu düşünür rahatlardım, eğer sadece mutluysam daha fazla mutluluğun tadını çıkarırdım. 

Fakat şu an ne hissettiğimi ben bile bilemiyordum. Kuşları gördüğümden bile emin değildim. Aralık ayının sonlarına yaklaşırken, havada yağmur yüklü bulutlardan başka bir şey göremiyordum gerçi. Kuşlar yağmurlu havalarda uçmayı daha çok sevmezler miydi? Sanki hepsi köşelerine çekilmişti. Tıpkı benim gibi.

Yüreğim yanıyordu. Kelimelerin ne kadar anlamsız gelmeye başladığını, kendimi böyle ifade ederken fark ettim. Kimse benim nasıl bir yokluk içinde yaşadığımı bilmiyordu. Anlamaya çalışıyorlardı ama asla anlayamazlardı. 

Bu öyle büyük bir yokluktu ki, sanki bugüne kadar varlığını sürdüren bedenimi de yutmuştu. Yok etmişti. Geriye onun da ifade ettiği gibi boş bir kabuk kalmıştı sanki. O geceye dair hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyordum ancak elimde değildi.

Burada, bu soğuk havada salıncakta öylece oturmuş, gökyüzünü izlerken ondan başka bir şeyi düşünemiyordum. Adını, gözlerini, varlığını mümkün kılan bütün her şeyini düşündükçe asit gibi bir zehrin kalbimi yaktığını hissediyordum. Bazı acılar kalbe o kadar şiddetle etki ederdi ki, soyut bir duygu olmasına rağmen bütün vücudunuz onu bütünüyle hissederdi. Ben de öyle hissediyordum. 

Nefes alamıyordum. 

Yemek yiyemiyordum. Bu iki ayda neredeyse on kilo vermiştim. Artık elli kiloydum ve hala kilo vermeye devam ediyordum. Bunun farkında bile değildim. Ancak üzerime bol gelen kıyafetlerim ve ailemden birisini her gördüğümde beni yemek yemeye zorladıkları anlarda farkına varıyordum. Kimin umurundaydı ki? Kadınların en büyük korkularından birisi istenmeyen kilolardı. Birkaç kilo kaybetmek beni mutlu etmeliydi ama hiçbir şey hissetmiyordum.

Onun sayesinde satın alabildiğim mekan tadilattan geçmişti. Görkemli bir şekilde yeni mekana taşınmış ve bunun için büyük bir kutlama yemeği vermiştim. Ama hiçbirinde gerçekten de orada değildim. İnsanların yüzüne bakıp tebrikleri kabul ederken yüzüme kondurmakta zorlandığım sahte gülümseme yüzünden günlerce baş ağrısı çekmiştim.

Kendimde değildim. Hiç bu kadar kaybolmamıştım bile. Aşk acısı çeken insanları gizliden gizliye küçümserdim. Bir erkek için kendilerini heba eden kadınlara kızardım. Omurgalarını dik tutmaları gerektiğini düşünür ve içten içe onları azarlardım. Hiçbir kadın, değmeyecek bir adam için gözyaşı dökmemeliydi. 

Ancak ben bütün gözyaşlarımı tüketmiştim. Değmeyecek bir adam için değildi. Aksine bu dünyada benim gözyaşlarıma bu kadar değer başka bir adam yoktu. Ama o adam beni istemiyordu. 

Acı boğazımda kekremsi bir tat bırakıyordu. Yutkundum. Salıncakta ileri geri dalgın dalgın sallanırken, gökyüzünü izlemeye devam ettim. Nasıl olduğunu bilmiyordum bile. İyi miydi? Mutlu muydu? İstediği olmuş muydu? İyi hissediyor muydu? Sonuçta artık benden kurtulmuştu. Artık hayatında bir Peri yoktu. 

Bu ona iyi gelmiş olmalıydı. 

Bana ölüm gibi geliyor olmasının bir önemi yoktu. O gece bütün her şeyiyle zihnimde dönüp dururken ölümden daha betermiş gibi hissediyor olmamın da bir önemi yoktu. Önemli olan onun iyi olmasıydı. Aşık olmanın bu kadar can yaktığını bilseydim olmazdım diye düşündüğüm her seferde çok büyük yanılıyordum. Kim aşık olmayı seçiyordu ki? Aklı başında olan bir insan aşkın acıdan başka bir şey getirmediğini bilir ve kendini korurdu. Ama ben kendimi korumamış, kendimi tamamen açmıştım. 

Ve şimdi ne durumda olduğumu bile bilmiyordum. 

İyi hissetmek istiyordum. İyi olmak. Ama nasıl iyi olunurdu ki? 

İri bir yağmur damlası burnumun üzerine düşünce irkildim. Çiseleyen küçük damlalar yerini iri damlalara bırakmışsa, birazdan şiddetli bir yağmur selinin altında kalacağımı biliyordum. Ancak umursamıyordum. 

Başımı eğdim ve gözlerimi kapattım. Damlaların akıp gittiğini, saçlarıma, enseme çarptığını hissederken ağlamamak için direndim. Güçlükle nefes alıp içime çektim. O gittiğinden beri, iki aydır büyük bir acı balonunun içinde kıvranıyordum. Durmadan her an, aklıma onu hatırlatan en ufak bir şey geldiğinde hemen ağlamaya başlıyordum. Bunu aşmak, en azından ağlamamak için çabalamaya çalıştıkça daha da kötü olduğumu fark ettiğimde kendimi kasmayı bıraktım.

Kendimi bırakarak başımı yine gökyüzüne kaldırdım ve yağmurun beni ıslatmasına izin verdim. Üzerimdeki ince hırkanın çoktan ıslandığını, vücudumu soğuk bir titreme sardığının farkındaydım. Soğuğun biraz olsun kalbimdeki yangını söndürmesini diledim. Ancak hiçbir faydası olmadı. Sadece taşıdığım kuru kabuk sarsılıyordu o kadar. Ayak parmaklarıma kadar titriyordum. 

İyi değildim.

"Gamze!" 

Kardeşim Efe'nin sesini duyunca irkildim. Göremeyen gözlerle evin girişine baktığımda uzun silüetini seçiyor gibi oldum. Ancak görüntünün üzerinde durmadım. Onlar fark etmeden odamdan sessizce çıkmış, bahçeye, salıncağa koşmuştum. İçeride boğulur gibi olmuştum. Pencereleri açmak bile beni yatıştırmamıştı. Tek istediğim ayaklarımın toprağa değmesiydi. Kalbimin ve ruhumun derin bir nefese ihtiyacı vardı. 

Efe'nin bağırarak bana doğru koştuğunun hayal meyal farkındaydım. 

"Sen aklını mı kaçırdın Gamze?! Bu yağmurun altında ne halt yiyorsun? Hasta olup ölmek mi istiyorsun?!" Beni sertçe azarlarken başımı kaldırdım ve ona baktım. Saçları sırılsıklam olmuştu. Üzerinde kalın bir gömlek vardı ve bana doğru eğilip kolumdan tutarken elleri de buz kesmişti. 

Dediği bir şey dikkatimi çekti. Bunu son zamanlarda çok sık telaffuz ediyorlardı. Ölmek mi istiyorsun? 

Ölmek istiyordum evet fakat bu bir isyan değildi. Sadece bu içimi ateş gibi yakan acıdan sıyrılmak istiyordum. Yokluğunu yaşamamak, sanki her gün parçalanmıyormuş gibi davranmamak istiyordum. 

Efe beni kolumun altından tutup eve doğru götürürken hala bağırıyordu. Kendimi düşünmediğim için, kendime bakmadığım için bana kızıyordu. Ayaklarımda ne bir ayakkabı ne de bir terlik vardı. Çorap bile yoktu. Buz gibi toprak çamurunu ayağıma bulaştırmıştı. Efe beni eve sürüklerken ben yolda tökezleyince, küfür ederek kolunu bacağımın altına geçirdi ve beni kucağına aldı. 

Evin girişinde toplanan ailemi gördüğümde içim acıdı. Kendimi kardeşimin göğsüne gömdüm ve ağlamaya başladım. Acı keskin bir kılıç gibi içimi kesiyordu. Darbe o kadar şiddetliydi ki nefes almakta dahi güçlük çekiyordum. 

"Ah kızım. Ah kızım. Neden yapıyorsun bunu kendine?"

Canım yanıyordu. Öyle çok yanıyordu ki bazen başka hiçbir duyguyu hissedemiyordum. Soğuğu ya da sıcaklığı, ya da korkuyu... 

Bir gece, gecenin bir yarısı arabama atlayıp sahile gittiğimde üzerimde sadece pijamalarım vardı. Banktan birine oturduğumda, aklım tamamen ondaydı. Dondurma yerken nasıl göründüğü, benimle konuşup beni azarlarken bana nasıl baktığı zihnimden bir türlü gitmiyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlarken yanımda kimse yoktu. Ancak elinde şişelerle gezen ayyaşlar önümden geçip gidiyor, ağlayan bir kadından faydalanmayı bile düşünmüyorlardı. O kadar kaybolmuştum ki, onların nasıl bir tehlike yaratacağının farkında bile olmamıştım.

Babam beni orada öylece ağlıyor halde bulduğunda iki saat geçmişti aradan. Bana sıkı sıkı sarılıp bir daha böyle habersiz gitmemem için beni uyarmıştı. 

Hatırladığım tek şey hissettiğim derin acıydı. 

Efe beni odama taşırken annemin sessiz sessiz ağladığını duyabiliyordum. Herkes benim yüzümden üzgündü. Onları üzmeyi ne kadar istemesem de iyiymişim gibi yapamıyordum.

Kardeşlerim benim için seferber olmuşlardı. Onlara iki aydır öyle şeyler çektiriyordum ki. Her an düşüp bayılacağımdan korkar hale gelmişlerdi. Aldığım ilaçların, sakinleştiricilerin haddi hesabı yoktu. Doktoru otuz üç yıllık ömrümde görmediğim kadar çok görmüştüm bu iki ay içinde. Ve hiçbir şeyin farkında bile değildim. Sanki her şey benim algımın dışında gerçekleşiyordu. Bedenimde olup bitenler bile. 

Ben Efe'nin göğsüne sokulmuş ağlarken o beni banyoya götürdü. Çamurlu ayaklarımı yıkadı ve kuruladıktan sonra beni orada bırakıp odaya döndü. Geri geldiğinde elinde yeni pijama takımlarım vardı. Sessiz sessiz ağlıyordum. Omuzlarım sarsılıyordu. Görmeyen gözlerle fayanslara bakıyor ve titreyerek orada öylece dikiliyordum. Efe iç çekerek kıyafetlerimi sepetin üzerine bıraktı ve kolunu uzatarak beni kolumdan yakaladı. Kendine çekti ve sımsıkı sarıldı. Kollarımı ona dolarken kendimi bıraktım. Ağlamam haykırışlara döndü. Boğazım yırtılana kadar çığlıklar attım. Ciğerimden kopup gelen bir feryatla Efe'nin sırtını yumrukladım. 

Ben kendimi bıraktıkça, ayaklarım gücünü kaybettikçe yere çökmeye her niyetlendiğimde beni daha sıkı tuttu. Göğsü derin nefeslerle inip kalkıyordu. Beni sıkı sıkıya tutmasa düşeceğimi biliyordum. Neden bu kadar canım yanıyordu? Neden bu kadar kötüydü? Nasıl bu kadar kötü olabilirdi? Nasıl bu kadar canım yanabilirdi? Böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim halbuki. Her zaman kendime güvenmiş ve onu köşeye sıkıştıracağımı düşünmüştüm. Onun üzerine düşecek, onu ilgimle boğacak ve onu kendime bağlayacaktım. Benden vazgeçemeyecekti. Bana aşık olacaktı. 

Benim cesaretim ikimize de yetecekti. Kendimi buna o kadar inandırmıştım ki, sonumuzun geldiğini gördüğümde hazırlıksız yakalanmıştım. İnanamamıştım. Onu ne olursa olsun ikna edeceğime kendimi o kadar hazırlamıştım ki, hissettiğim hayal kırıklığı inanılmazdı. 

"Canım çok yanıyor Efe!" diye hıçkırdım. "Çok yanıyor..." 

O da benimle birlikte ağladı. Sessiz sessiz ağladı. Benim hıçkırıklarım, çığlıklarım ikimize de yetiyordu. Banyonun dışından da ağlama sesleri geliyordu. Annemin kendini bıraktığını duyabiliyordum ama kendi acımla, kalbimden kopup gelen feryatlarla o kadar doluydum ki hiçbir şey yapamıyordum. 

Orada öyle kaç dakika kaldık bilmiyordum. İki ay geçmesine rağmen hala böyle krizler geçirebiliyordum. İlk başlarda çok zordu. İlk bir haftadan sonra onun gittiğini öğrenene kadar derin bir şekilde sessizdim. Kendi doğum günü yemeğimde evde değil, huzurevindeydim. Kendi kendime onun gitmeyeceğini, doğum günüme geleceğini söylemiştim. Armağan aradığında ve üzgün bir şekilde Amerika'ya gittiklerini söylediği zaman sessizliğim yerini derin bir haykırışa bırakmıştı.

İnanmamıştım. İnanmak istememiştim. 

O geceden sonra Armağan bana sürekli Devrim hakkında bir şeyler söylemişti. Devrim iyi değildi. Hem de hiç iyi değildi. Armağan onun günlerce uyumadığını, deli gibi çalıştığını, kendisiyle bile konuşmadığını anlatmıştı. 

Bütün bunlar bana ne ifade etmeliydi, hiçbir fikrim yoktu ama o Amerika'ya gitmeyene kadar küçük de olsa bir umudum vardı. Fakat o sabah Armağan aradığında o umut sonsuza dek kaybolmuştu. 

Devrim oraya isterse iki günlüğüne gitsindi, beni asıl üzen şey onun gidiyor olmasıydı. Geriye kalan tek umudumu da alıp götürmüştü. 

Artık pes etmiştim. Ve pes ediyor olmak onun yokluğu kadar bile canımı yakmıyordu. O ilk haftadan sonra günlerce yataktan çıkamadım. Yemekten içmekten kesildim. Ailemin zoruyla yediğim her şeyi gece kusarak geri çıkardım. Titreme nöbetleri geçirdim. Dinlediğim bütün müzikleri tek tek sildim. Telefonumun ekran resminde onu her gördüğümde kendimden geçene kadar ağladım. Kimse çığlığımı duyup aklımı kaçırdığımı düşünmesin diye yüzümü yastıklara gömdüm. 

Bir süre sonra odamın kapısını kilitlemeye başladım. Sürekli beni kontrol etmeye gelen ailemin beni gün be gün ölürken görmelerini istemiyordum. Odamın kapısını kilitlediğim ilk gün annem çıldırdı. Kendime bir şey yaptığımı düşünecek olmalı ki babama haber verdi ve birlikte odamın kapısını güçlükle açtılar.

Buna rağmen yine kilitledim. Ama en sonunda annemin korku  dolu bakışlarına dayanamayarak bunu yapmaktan vazgeçtim. 

Sonraları satın aldığım mekanla uğraşmak zorunda kaldım. Yataktan güçlükle çıktım. Güçlükle giyindim. Neşe benim yerime durumu idare ederken ben sadece orada öylece durdum. Taşınma işlemi gerçekleştiğinde her şeyi yine Neşe'ye bırakmıştım. Ona güveniyordum. 

Ben köşeye çekilmiş ve hissiz gibi yaşamaya devam etmiştim.

Birkaç kere hastaneye götürülmüş, serum yemiş ve geri gelmiştim. Hızla kilo kaybediyordum, sık sık kendimden geçiyordum ve korkunç görünüyordum.

Zaman geçtikçe kendimi toparlamam gerekirken çok daha beter bir duruma düşüyordum.

Hıçkırıklarım yavaş yavaş azalırken, başımın döndüğünü hissederek Efe'ye tutundum. Kardeşim beni kucakladı ve içeriye taşıdı. Odadaki seslerin hayal meyal farkındaydım. Boğuk konuşma seslerinin arasında örtülen kapının sesini duydum. Ardından da üzerimdeki ıslak kıyafetlerin çıkarıldığını hissettim.

Boğuk, ağlamaklı bir ses, "Geçecek güzel kızım," diye fısıldarken ben acıyla inledim. Çırılçıplak kaldığımı hissettiğimde üşüyerek kendimi kapattım. Annem beni tamamen giydirip yorganı üzerime örttüğünde alnıma dokunan dudaklarını hissettim.

"Canım yanıyor anne," diye fısıldadım. "Ne zaman geçecek? Ya da hiç geçecek mi?"

Kısık bir sesle, "Geçecek güzel kızım. Geçecek. Ben hep yanındayım. Bunu hep birlikte atlatacağız. Ne olur kendini bu kadar üzme. Ne olur.. Kendini böyle bırakma."

Hiçbir şey diyemedim. Beni teselli etmek için böyle söylediğini biliyordum. Ben teselli istemiyordum. Sadece hissettiğim bu acıyı içimden söküp atmak istiyordum. Bir süre sonra sessiz titremelerle gözlerimi kapadığımda rüyamda onu görmemeyi diledim.

Işıkların söndüğünü hissettim. Göz kapaklarımın arkasını rahatsız eden ışık demetlerinin kesilmesi o kadar hoşuma gitmişti ki rahatladım. Sonra gerilmeye başladım. Uykuya dalmaktan nefret ediyordum. Kabusların yakamı bırakmadığı nadir anlarda güçlükle uyuyabiliyordum.

Çoğu zaman rüyamda onunla evli olduğumuzu görüyordum. Beraber olduğumuzu. Çoğu zaman tartıştığımızı, çok az mutlu olduğumu görüyordum. Onunla birlikte türlü davetlere katılıyordum. Bana karşı o kadar soğuk, o kadar katıydı ki onun yanında yaşarken adeta ölüyordum.

Bir keresinde kendimizi yine bir davette görmüştüm. Nasıl bir davet olduğunu bilmiyordum. Sadece kendimi birden sahnenin içinde bulmuştum. İçimde bir yığın karmaşanın olduğunu hissediyordum. Onun çevresiyle tanışmıştım. İş adamları, iş adamlarının kadınları. Yapmacık insanlar. Her defasında nasıl olur da Devrim'in evlendiğine inanamadıklarını söyleyen bölük pörçük anılarla dolu beynim, ortama uyum sağlamakta zorlanmıştı.

Şarkı söylemek için kenarda duran orkestraya doğru ilerliyordum. 

Anlam veremediğim kadar karışıktım. Hani bazen rüyanızdaki hayatınız size tanıdık gelmez, zihninizde birbirinden farklı görüntüler vardır ve içten içe onun yaşanmış birer anı olduğunu düşünürsünüz. Devrim ile birlikteydim. Evliydim. Ve şarkı söyleyecektim. 

Hiç bilmediğim bir dünyada olduğumu düşünerek yüksek tabureye oturduğumda, tam karşımda duran, kalabalığın arasından bütün ruhsuzluğuyla sıyrılan kişiyle göz göze gelmemeye çalıştım. Onun bunu belki de hoş karşılamayacağını biliyordum ama önemli miydi? Bu savaşta ikimizin de iradesi vardı. Çoğu zaman onun iradesi bana baskın gelse de kendimi kaybetmemeye çalışıyordum. Sadece bir bakışı. Bazen yalnızca bir bakışı bana ne düşündüğünü gösteriyordu. 

Çoğu zaman onu anlamazdan geliyordum. Ya da bakışlarından kaçıyordum. Yapabileceğim birçok şey olmasına rağmen, ona karışmıyordum. Çünkü, 'dokunma' demişti. Bunu her anlamda söylediğini elbette biliyordum. Fakat bu duygu çok garipti. Bana dokunma dediği o anı hatırlamıyordum ama zihnimde bir yerlerde bunu dediğini biliyordum. Hayatımın ortasından kesilmiş bir anı gibiydi gördüklerim. Rüyada olduğumu biliyor ancak buna inanamıyordum. Sanki bana küçük bir örnek gösteriliyordu. Rüyamda onunla evli olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Biliyordum ve bu hiç hoş bir durum değildi. Hissettiklerimi bir şekilde hissedebiliyordum ancak o hislerin nereden çıkıp geldiklerini bilmiyordum bile. 

Devrim,  kazara koluna değen parmaklarıma bile yabancıydı. Ancak o elimi tutmak istediğinde tutuyordu. Seviyordu. Ve bazen öpmesi gerektiği o zorunlu zamanlarda öpüyordu. Zihnimde buna dair bir görüntü yoktu, sadece bunu yaptığını biliyordum. Bu nasıl olabilirdi? 

Hiçbir öpücük bu kadar soğuk hissettiremezdi. Ama aynı zamanda parmaklarımdan, koluma doğru yükselen o sıcaklığın da görmezden gelinecek bir tarafı yoktu. Bitiyordum. Bütün bunlar kafamın içine konulmuş cümleler gibiydi. Onlara denk gelen bir anı yoktu. Sanki bu anları yaşamış ve alışmış bir şekilde aklımdan geçiriyordum. Ancak hatırlamakta zorlanıyordum. Sadece içimde bir yerlerde bunu yaşadığımı biliyordum. Onun beni öptüğünü, ona dokunmak istediğimde bunu engellediğini, beni sadece mecburen öptüğünü biliyordum ancak aklımda bir görüntü yoktu. O kadar karışıktı ki. Onunla evli olsaydım, böyle bir hayatım mı olacaktı?

Sohbet arasında sesimin güzel olduğunu söylediklerini ağzımdan kaçırmıştım. O şaşırdıysa da bunu belli etmemişti ama temsil ettiği çevresindeki kadınlar bana şarkı söylemem için ricada bulunmuşlardı. Hislerim karmakarışıktı. 

Çoğu zaman bunu severek yapardım ancak bu akşam böyle bir isteğim yoktu.

Ancak içimde söylenmeyen, söyleyemediğim şeyleri söyleyebileceğim bir kaçış yolu bulduğum için de tuhaftım. Son zamanlarda şarkıların ne kadar anlamlı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bu gerçek miydi?  Her şarkıda kendimden ve O'ndan bir parça bulabiliyor ve hayret ediyordum.

Aşk hastalığına mı düşüyordum? Zaten çoktan düşmemiş miydim? Neden böyle düşünmüştüm? 

Arkamda orkestranın hafifçe yükselen sesiyle dikkatim dağıldı... gözlerimi kapattım ve şarkıya başlamam gereken yer gelene kadar öylece durdum. Hissediyordum. Onun içindeki karanlığın benim içimdeki aydınlığa yayıldığını, bütün ruhumu çıplak bir el gibi sardığını hissediyordum.

Boğazım düğümlenirken, gözlerimi açtım ve "Gittin, kanadı kırık kuştum..."diye mırıldanmaya başladım.

Her sözlerin arasında ona bakıyor ve tepki göstermesini bekliyordum. En azından gözlerini kırpmasını, ya da başını çevirmesini, ya da gözlerini kapatmasını.

Duruşundaki soğukluk, tavırlarındaki umursamazlık o kadar can yakıcıydı ki, ona daha fazla bakamadım. Başımı beni izleyen kalabalığa çevirdim ve O'na olan bu şarkıyı söylemeye devam ettim. Gözlerinin içine bakmadan. Ona aldırış etmeden. Onu YOK sayarak.

Anlamıyor muydu?

Bu kadar ruhsuz olmak, onu sadece öldürecekti. Zamanla tükenecek ve yok olacaktı. Ve belki de onunla beraber, ben de kaybolacaktım.

İkimizi de bu bilinmezliğe sürüklemeye daha ne kadar devam edecekti?

Şarkıyı söyledikten sonra gözlerimi kapattım. 

Ve sonra da uyanmıştım. Gözlerimi odamın karanlığına açtığımda hissettiğim karmakarışık duygular yüzünden boğulmak üzereydim. Gördüğüm rüya o kadar çok etkilemişti ki beni sabaha kadar uyumaya cüret edememiştim. Son derece gerçekti! Duygularım, hissettiklerim, kırılganlıklarım gerçekti! Bir rüya nasıl bu kadar gerçek olabilirdi? Neden böyle bir rüya gördüğümü düşünerek sabaha kadar oturmuştum. 

Rüyamdaki Gamze, onunla evliydi ve onunla olmanın nasıl bir şey olduğunu biliyordu. Rüyamdaki Gamze benden farklı bir kişiydi. Sevdiği adam tarafından görmezden gelinen, kendisinden uzak tutulan bir kişiydi. Duygusuz bir adam tarafından karanlığa itilen bir kişiydi. Kalabalığın arasında yalnızlıktan boğulan bir kişiydi. Onunla evli olmak böyle bir şey mi olurdu? 

Başka bir rüyamda ise onunla yine dönme dolapta oturduğumu görmüştüm. Ama bu farklıydı. Gülüyordum. O kadar gülüyordum ki gözümden yaşlar geliyordu. Mutluydum. Mutluluğu iliklerime kadar hissediyordum. O gülmüyordu. Onun nasıl güldüğünü bile bilmiyordum ama yine de mutlu olduğunu biliyordum.

Bunu hissedebiliyordum. 

O geceden çok farklı bir durumdaydık. Ağlamıyorduk. Üzülmüyorduk. Ben acıdan ölüyormuşum gibi hissetmiyordum. Çok mutluydum. 

Bu rüyadan da uyandığımda yine sabaha kadar uyuyamamıştım. O kadar gerçekti ki hiç uyanmak istememiştim. 

Başka bir rüyada ise yine sahnenin ortasına bırakılmışım gibi hissetmiş ve şaşırmıştım. Kendimi ve hayatımı dışarıdan izlemek gibiydi ama hareket eden bendim. Söylediklerim de ilginçti. Devrim ile kavga ediyorduk. Öyle büyük bir kavgaydı ki ciğerim çıkana kadar bağırdığım için boğazımın acısını gerçekmiş gibi hissedebiliyordum.

Zihnimin gerisinde bu kavganın ikimizin arasındaki ilk kavga olmadığına dair küçük bir bilgi vardı. Daha önce de onunla defalarca tartışmış ve her defasında son noktayı ben koymuştum. Hep bitirmeye kalkmış ama gidememiştim. Ondan nasıl gidebilirdim ki? Onu bu kadar çok severken ondan nasıl gidebilirdim? 

O kadar gerçekti ki.

Ona beni görmezden geldiği, beni yok saydığı, bana aşık olmadığı için bağırıyordum. Küçücük bir ilgi için adeta yalvarıyordum. Sesimi yükseltiyor, çileden çıkmış gibi ona vuruyor ve neden böyle olduğunu soruyordum. Hiç mi beni sevmiyordu? Hiç mi istemiyordu? Neden benimle evlendiğini soruyor ve ona kızıyordum.

O da bana beni uyardığını, bana asla mutlu olamayacağımı söylediğini, yanındayken başka türlü bir hayat beklememem gerektiğini söylüyor, acımasız bir yüzle beni kıvrandırıyordu. Çenesi kaskatı kesilmiş, elleri yumruk halini almıştı. Bu tanıdığım Devrim, benim gerçekteki tanıdığım Devrim'den farklıydı. Rüyalarımda daha acımasızdı. Zihnim ne çeşit bir işkence uyguluyordu?

Kavgamızdan sonra yıkılmış bir halde yere çöktüm. Ama gece hala bitmemişti. O evin içinde kaybolurken benim aklımdan geçen tek şey bu evden çekip gitmekti. Güçlükle ayağa kalktığımda da yaptığım ilk şey bu olmuştu.

Radyoda çalan müziğe kulak verdiğimde ondan uzaklaşmak için gecenin bir yarısı arabama atlamış nereye gittiğimi bile bilmediğim yollarda ilerliyordum. Önceden şarkıların benim için bir anlamı olmazdı. Bir kelimeye bin anlam yüklemez, onun gözlerinin ne kadar güzel olduğunu düşünmez ya da bana neden öyle baktığını anlamaya çalışmazdım. Ama yüreğim böylesine yanarken bedenimi ele geçiren bir gücün şarkılarla beslendiğine yemin edebilirdim. Yoksa Zeynep Casalini'in 'Duvar' şarkısını ilk çıktığı zamanlar bile bu kadar önemsemezken, artık tozlanmaya yüz tutmuş haliyle bütün ilgimi çekmesinin başka bir anlamı olamazdı.

Sözleri bana onu hatırlatıyordu. Ve beni. Ona geri dönülemez bir şekilde aşık olan beni. İmkansızı, olmayacak olanı isteyen beni. Aşktan bu kadar kaçarken aslında ona doğru son sürat koştuğumu nereden bilebilirdim ki? Onunla evli olmanın bu kadar can yakıcı olacağını nereden bilebilirdim? Ondan böyle aşk dileneceğimin? Yok olmaya, karanlığa bulanmaya bu kadar yakın olacağımın? Kahrediciydi.

Bu gece peşimden gelmeyeceğini biliyordum. Hayır gelmeyecekti. Yine o umursamaz tavrını takınıp dönüp gidecekti. Nereye olduğunu bile bilmediğim o yere gidecek ve belki de günler boyunca gelmeyecekti. Sahi, o yer neresiydi? Zihnimde yine küçük bir bilgi, Devrim'in bunu  daha önce de defalarca kez yaptığını söylüyordu. Bunun bir alışkanlık olduğunu düşündüğüme göre, gerçekten de böyle olmalıydı. O tartışmamızda bir şeyler kopmuştu. Yok olmuştu. Hiç bu kadar ileriye gitmemiştim. Hiç bu kadar sert de olmamıştım. Ama o benden daha sertti. Daha kırıcı, daha incitici. Gözünü bile kırpmadan kalbimin içine sapladığı kızgın bıçağı çevirip durmuştu. Sevmeyi bilmeyen bir adam hep kaçardı zaten. Ne bekliyordum ki?

Bu kez bitmişti.

Bu kez gerçekten bitmişti.

Bu sefer ben değil, o bitirmişti. 

Bu kadar karışık bir rüyanın ardından uyandığımda hissettiğim yıkımla dayanamayarak lavaboya koşmuş ve kusmuştum. Gördüğüm her rüya gerçek gibiydi. İçindeki hayal kırıklarım, hüsran dolu düşüncelerim bile gerçekti. Devrim beni uyarmıştı gerçekten de. Onunla evli olursam yaşayacağım acı konusunda beni uyarmıştı.

Başka bir rüyada ise ikimiz de karşılıklı bir masada oturmuş sessizce duruyorduk. Zaman belirsizdi. Bir kış ayıydı. Açık havada, terasta iken üzerimize küçük küçük kar taneleri yağıyordu. Ancak umursamıyorduk. Sadece birbirimize bakıyorduk. Sonra Devrim elini boynuna atıyor ve benim o gece ona gösterdiğim kolyeyi boynundan çıkarıp yüzükleri masanın üzerine koyuyordu. 

Gözlerim yaşarırken o sadece bana bakıyordu. 

Uyandığımda yastığım sırılsıklamdı, ben ise sersemlemiştim. 

Bu rüyaların ne anlama geldiğini bilmiyordum bile. Böyle yüzlerce vardı. Bazen sadece aynı mekanı paylaşıyor, bazen sadece birbirimize bakıyor, bazen daha önce yaşadığımız anıları farklı bir şekilde yaşadığımızı görüyordum. Her uyandığımda dakikalarca titriyordum.

Ciğerim bu kadar yanarken nasıl yaşıyordum?

Vücudum sızlamaya başlayınca yorganıma sıkı sıkı sarıldım ve derin derin nefesler almaya çalıştım. Dışarıda yağmur bütün şiddetiyle devam ediyordu. O geceyi bir kez daha düşünmek istemiyordum çünkü o gece de yağmur yağmıştı. Arabamda oturup ağladığımı hatırlıyorum. Camdan içeriye vuran yağmur damlalarını hatırlıyorum. 

O kadar çok sarsılmıştım ki, lunaparkın otoparkından çıkamamıştım bile. Onu evine de bırakmamıştım. Sadece o dönme dolaptan kaçmak istercesine hareket etmiş ve ona bir kez bile bakmadan oradan uzaklaşmıştım. Ona evlenme teklifi ettikten hemen sonra. 

Acı dolu gözlerine bakıp da vereceği cevabı gördükten hemen sonra. Hiçbir şey dememişti. Bunun beni şaşırtmaması gerekirdi ama şaşırmıştım. Hem de çok şaşırmıştım. Neden şaşırdığımı bile bilmiyordum. Karşımda adeta donmuş kalmıştı. Kaskatı kesilmişti. Sırtı mızrak gibi  dimdikti. Elleri yumruk halini almıştı. Hisleri dışına yansıyordu. Ve hislerinin ne olduğunu kestirmek zordu. Kıvranıyordu. 

Ona daha fazla bakamamıştım. Nasıl bakabilirdim ki? Onun için yapabileceğim her şeyi yaptığımı düşünerek oradan ayrılmıştım. Aşağıda bizi bekleyen adama dönme dolabı hareket ettirmesini söylemiştim. Aşağıya indiğimiz an Devrim'in yanından kalkıp hızlıca inmiş ve onu orada bırakmıştım. 

'Benimle evlenir misin?'den başka hiçbir şey dememiştim. O da dememişti. Arabama bindiğimde hissettiğim tek şey korkuydu. Şimdi bundan sonra nasıl yaşayacağım'ın korkusu...

Ve kolyeyi düşürdüğümü fark etmiştim. Geriye dönüp o kolyeyi oradan almak istesem de bundan vazgeçtim. Hiçbir anlamı olmayan iki yüzüğü artık görmek istemiyordum. 

O geceye dair anılar yine zihnime süzülürken kıvranarak yorganı üzerimden attım ve derin derin nefesler alarak elimi göğsüme koydum. Geçecek miydi gerçekten? Çünkü bana hiç de öyle gelmiyordu. 

Daha yeni Daha eski

İletişim Formu