Havalar soğuk… Artık Şubat ayındayız. Böyle havalarda akşamları yürüyüş yapmayı daha çok seviyorum nedense. Özellikle yağmurlu bir günden sonra. Sokaklar ıslak oluyor. Yürüdükçe sokak lambalarından yerdeki su birikintilerine yansıyan ışıkların üzerinden geçiyorum. Pırıl pırıl parlıyorlar. Ellerimi ceplerime sokarak yürüyorum. Saçlarımı açık bırakıp, yünlü bir şapka takıyorum. Kulaklığımı ceketimin içerisinden geçiriyorum, diğer türlü hep düşürüyorum çünkü. Hiçbir kulaklık, kulağıma olmuyor nedense. Sakinleştirici, rahatlatan bir müzik açıyorum sonra. Mesela Hans Zimmer We're Best Friends müziği. Yürürken çok iyi oluyor. Ya da bir başka Hans Zimmer parçası olan I Chose You. Melodilerin o tınısı, ruhumda yavaşlamaya neden oluyor sanki.
İnsanlarla karşılaşıyoruz, yanımdan geçip gidiyorlar. Yolun kendime ait tarafından hiç çıkmıyorum. Çevreme de dikkat etmeye çalışıyorum ama genelde hep kafamın içindeyim yürürken. Düşünceler içerisindeyim. Birçok şeyi düşünüyorum, düşünmeyi bırakamadım maalesef. Bazen canım sıkılmasın istiyorum, bazen canımın sıkılmasından kaçamıyorum ne kadar istesem de. Bazen geçmişe gidiyor aklım, bazense günüme, geleceğime. Değişiklikleri pek hoş karşılayan bir yapım olmadı eğer olumsuzlar ise. Alışmak hep bir yara bırakıyor bende, alışsam da. Kabullenmek de öyle.
Yürürken aldığım nefesleri sayıyorum bazen, göğsümün ritmini dinliyorum içimde. Müziğin can alıcı noktasına geldiğimde duygularım şahlanıyor, tam o anda soğuk bir esinti vuruyor yüzüme. Ya da aklıma tatlı bir anı geliyor gülümsüyorum. Attığım adımların farkında değilim ama yine de bilinçli bir şekilde yürüyorum. Durup düşünmeden, hep aynı yollar üzerinden devam ediyorum yürümeye.
Sokaklardan geçerken, evlerin üzerinden yükselen odunlu soba dumanlarını soluyorum içime. Eski anılara gidiyorum hemen zihnimde. Okuldan gelir gelmez sobanın kenarına kıvrılıp uyuduğum, sonra çok sıcaklayıp da üzerimdeki kalın ne varsa çıkardığım günlere. Babam gurbette çalışırken, annemle birlikte kaldığımız ve odun kırdığımız günlere. Soğuk ayazda tir tir titreyerek eve geldiğimde, evin o sıcacık havasında anında ısındığım günlere. Öyle güzel günlerdi ki. Akşam sokaktan geçerken, o sobalı evleri kıskanıyorum biraz da. Biraz da, o sis gibi sokağı saran dumanın içinden geçip gitmek için arşınlıyorum sokakları.
Eskiden sobanın üzerinde kestaneler pişirirdik, şimdi fırında pişiriyoruz, asla aynı tadı vermiyor. Babam ciğeri şişe takar, sobanın altını açar ve közde ciğeri pişirir yerdi. Banyo yapacağımız zaman su dolu güğüm sobanın üzerinde ısınırdı, o sıcak suyu kullanarak banyo yapardık.
Dün akşam yürürken bu anları hatırlayıp gülümsüyordum. Banyomuz yoktu. Dışarıya açılan ev kapısının arkasında banyo yapıyorduk. Bu gerçekten üzücü, o zamanlar böyle olmaması gerektiğini bilmiyordum elbette. Orada banyo yapılır zannediyordum yalnızca. Kapının hemen arkasında.
Babam yine gurbetteydi, belki de İstanbul’da ya da Trabzon’daydı bilemiyorum, annemle ben vardım. Anneme tek başıma banyo yapabildiğimi göstermek istiyordum. Nasıl da keyifliydim, nasıl da mutluydum. Galiba havalar sıcaktı ve anneme soğuk su ile banyo yapacağımı söylemiştim.
Annem salonda otururken, ben elimde tasla korkarak soğuk suyu alıp dakikalarca beklemiştim. Suyu soğuk diye üzerime dökmeye cesaret edemiyordum, annemse bana gülüyor, beni yüreklendiriyordu. Nihayet ilk suyu döktüğümde buz gibi vücudumdan akıp gitti ve coşkuyla karışık bir çığlık attım. İlk korkuyu atlatmıştım, sonrasında ise her suyu dökmemde adeta yerimde zıplıyordum. Küçük bir iskemle vardı, onun üzerinde oturuyor kovadan suyu alıp alıp döküyordum. Ne günlerdi. Sanki büyük bir şey başarmışım gibi bir histi. Soğuk suyla banyo yapmak, her suyu döktüğümde kahkahayla karışık çığlık atmak… Annem de benimle birlikte gülerdi.
Başka bir gün, bir kış gününde, annemle birlikte evde çalışırdık, para kazanmak için. Bir tanıdık bize kirli futbol formaları getirirdi. Galiba ilçenin ya da il takımına ait formalardı, pek hatırlamıyorum ama formalar beyazdı ve çok kirliydi. Annemle ben, o banyo yaptığım yerde koca leğenin içerisine formaları koyar yıkardık. Hava soğuk olurdu, su ise buz gibi. Annemin elleri kıpkırmızı olurdu soğuktan ve formaları yıkamaktan. Bana dokundurtmazdı ama ben de ona yardım etmek isterdim hep ve ederdim de. Çamaşır makinesi yoktu, haliyle elimizde yıkardık çamaşırlarımızı. Formaları da yıkar, kurutur, katlar ve gönderirdik. Karşılığında verdiğimiz emeğe değer bir ödeme alıyor muyduk, bilemiyorum orasını.
Sonra bir gün, kendisine yeni bir çamaşır makinesi alan bir komşumuz, kendi eski merdaneli çamaşır makinesini bize verdi. Annem nasıl da sevinmişti, hatırladıkça ağlayasım gelir. Çamaşır yıkanırdı, sonra o yıkanan çamaşırı merdane kısmından çekerdik. Dener dener sevinçle gülerdik, elde yıkama işkencesi yoktu artık çünkü. Hep birilerinin bir şeyler vermesi ile birçok eşyamız oldu ama sanki yeni almışız gibi mutlu olurduk.
Bu yüzden bazen birilerine giymesi için ayakkabı, kıyafet vb. verdiğimde hissettikleri mahcubiyeti, üzüntüyü çok iyi anlıyorum. Şu var ki, giyip giyip eskitilen kıyafetleri zamanında ben çok giydim ama bugün bunları ihtiyaç sahiplerine veremiyorum. Verdiklerimin temiz olmasına, az giyilmiş olmasına hatta hiç giyilmemiş olmasına, incitici ya da onur kırıcı olmamasına, sanki yeni alınmış gibi olmasına özen gösteriyorum.
İnsanlar benim beğenmediğimi beğenmek zorunda değil, benim sevmediğimi sevmek zorunda değil. Kendi giymeyeceğim kıyafetleri ve ayakkabıları ya da kullanmayacağım eşyaları onlar giymek ya da kullanmak zorunda değil. Çocukken birileri geldiğinde, acaba bize ne getirdi diye ellerine bakardım. Kıyafet vb. olursa sevinirdim, yiyecek olursa annem sevinirdi. Ne acı şimdi düşününce. Yürürken ağlamamak için kendimi zor tutuyorum, şu an yazarken de öyle.
Hayatta eskiyi unutmamak lazım, geleceği çok büyülü bir şeymiş gibi görmemek için. Kıymet bilmek lazım. Adım adım ilerlemek lazım. Hani hep derler ya, ne oldum değil ne olacağım? demek lazım. İnsanın geçmişi bir anlık uzakta aslında. Uzanabilsen dokunabilirsin, hissedebilirsin. Parmak uçlarında değil ama kalbinde, aklında. Hayat öyle zor olabilir ki bazen, sınandığını düşünerek sabretmeye çalışsan da, yorulabilirsin.
Bazen kolların öylesine yığılır iki yanına ve hiç umut yokmuş gibi hissedersin. Aslında ne kadar yanıltıcı bir algıdır bu, bilmez, göremez insan. Hayat bitti dediğin yerde başlar aslında ve hiçbir şey tam olarak da bitmez. Hiç hevesli değilim dünyevi şeyler yaşamaya bu hayatta ama bir gram mutluluğun tadı da çok güzel, biliyorum bunu.
Hala bu dünyada, bu ülkede değil, bu dünyada benim gibi çocukken kapı arkasında banyo yapan insanların var olduğunu biliyorum. Kapı arkasında da değil, adına banyo bile diyemeyeceğiniz kadar köhne yerde banyo yapan insanların var olduğunu biliyorum. Bazen bir sihirli değneğim olsa da dokunabilsem en hızlı şekilde hayatlara diyorum. Benim eski halimi yaşayan küçük kızların, küçük erkeklerin var olduğunu biliyorum. Onların hayatlarına dokunabilmek, onların da hayatlarını güzelleştirebilmek istiyorum.
Ancak bu dünyada zenginlik ve şöhret bu kadar abartıldıkça, pohpohlandıkça bunu ne kadar başarabilirim bilemiyorum bazen. Bu benim kişisel düşüncem; ünlü, popüler olan kimseyi takip etmiyorum ya da ilgilenmiyorum.
En sevdiğim sanatçı, en sevdiğim şu kişi bu kişi diye bir gerçek yok hayatımda. Hiç de olmadı. Hep mütevazı ve parasıyla övünen insanları değil, sessiz sakin geri planda kalan ama büyük işler başarıp, hassas hayatlara dokunan insanları takdir ettim. Balon gibi şişirilmiş, benim göstereceğim ilgiyle ünlü olan ve benim gösterdiğim ilgiyle zengin olan, bu zenginlik ile de sosyal medya hesaplarında insanları küçümseyen o adına “ünlü” dediğiniz insanları değil asla.
Velhasılkelam, yürürken de yazarken de çok şey düşünebiliyorum gerçekten. Birisi, bin kelimelik cevaplar vereceğini biliyorum derken haksız sayılmaz gibi. :) Saygılarımı sunuyorum kendisine. Ben galiba, yazarak rahatlıyorum ya da yazarak nefes alıyorum “kendi” dünyamda. Bugüne kadar yazmış olduğum her kelime bir gün beni sevgiyle karşılayacakmış gibi hissediyorum. İşte, soğuk bir Şubat akşamında uzun uzun yürürken kafamdan geçen bazı şeyler, böyle idi. Sanki kafam da, içim de, kocaman bir okyanus gibi... Bir kaşık alsam, asla boşalmıyor yeri aklımdakilerin ya da kalbimdekilerin. O kadar değişik bir insanım ki, ben de çözemedim.